20 Ağustos 2011 Cumartesi

RUHLARIMIZ GERİDE KALDI

Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, yanlarındaki eşya ve yükleri, yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile bu zor yolculuklarında balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş. Fakat günlerden bir gün, kafiledeki yerliler birden durmuş. 
Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar, bu duruma bir anlam verememişler. Zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini izaha çalışarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler buruk bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Yerlilerin dilini bilen kafile rehberi, bu anlaşılmaz durumu onlarla bir süre konuştuktan sonra, taleplerini şu şekilde tercüme etmiş:
“Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Modern şehir hayatının ve çağımızın en büyük sorunlarından biri bu: Sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak. Ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, bize emeği geçenleri, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok güzelliği görememek ve ıskalamak.... 
Halbuki durup ruhlarımızı beklemeli, gönlümüzü dost sohbetlerinde dinlendirmeli değil miyiz?

_____________ DUA İLE TEDAVİ _______________

Rukye okuyup üflemedir. Sihir karışmayan, yani şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefesler caizdir. Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan başkasına sığınma ve iltica mânâsı yoktur.
Resulullah'ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)'ye müsaade ettiği sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür.
Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi, okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi için kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında, Razî'nin beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir.
"Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani
dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine tevekkül ederler."
Bir hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak isteyen." buyurulmuştur.
Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in Husayn b. Abdurrahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir:
 Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. 
-Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi. 
-Ben, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim. 
-Ne yaptın? dedi, 
-Rukye ettirdim, okuttum.. 
-Seni ona ne sevketti?
-Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis.
-Şâbî size ne haber verdi? 
- Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye yoktur." dediğini bize haber verdi. 
- İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle haber verdi: 
- Peygamber buyurdu ki:
'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk, peygamber gördüm yanında bir iki adam, peygamber gördüm yanında kimse yok. Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: 
- Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktımki bir büyük kalabalık. 
- İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin vardı.
Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında
konuşmaya daldılar. Bazıları: 
"Bunlar Resulullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları da:
"Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek" dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.) çıktı: 
"Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki: 
"Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler." 
Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve  hadis şöyledir: 
"Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler, dağlanmazlar ve ancak Rab'larına tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir.
Bu hadis İhlâs Sûresi'nde "Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen, elemler ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek mertebesinde bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların büyükleri hakkında olduğu açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve okunmayı istemenin terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl
olunabilirse de herkes için mutlaka men edilmesi ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye müsaade eden hadisler de çoktur.
Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah hadislerinde demiştir ki:
Benim bir dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.) okuyup üflemeden  yasakladı. Onun üzerine, vardı 
-Ey Allah'ın Resulü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep sokmasına rukye ederim dedi. 
Resulullah da: 
-Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın, buyurdu.
Avf b.Mâlik Eşceî hadisinde de demiştir ki:
Biz câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki:
-Ey Allah'ın Resulü  onun hakkında ne buyurursun? 
-Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca yoktur, onda şirk olmadıkça." buyurdu. 
 Ebu Saîd Hudrî hadisinde:
Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap obalarından birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler.
-İçinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig (yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler.
Ashab içinden bir adam -ki Ebu Saîd kendisidir
-Evet, dedi.
Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi, bunun üzerine adam iyi oldu. Ona bir bölük koyun verildi, o, onu kabul etmek istemedi,
-Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam,  dedi ve Peygamber'e vardı anlattı, 
-Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha Sûresi ile okudum. 
Resulullah tebessüm etti de: 
-Sen onun rukye olduğunu ne bildin? Onu onlardan alın, bana da sizinle beraber bir hisse ayırın, buyurdu." 
Daha bunlar gibi hadisler delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri bilinmeyen, sihir ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir.
Bazıları da üflemeyi yasaklamışlardır.
İkrime demiştir ki:
Rukye eden (okuyan) üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır.
İbrahim Nahaî'den de selef; okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi, diye nakledilmiştir.
Bazısı da demiştir ki:
Dahhâk'ın yanına gittim ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu Muhammed! dedim. "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i okudum."
Halîmî demiştir ki:
"Rukye edenin üflememesi ve sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir." diye. İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır.
O, şuna kâni olmuştur:
Allah Teâlâ düğüme üflemeyi sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde yasaklanmış olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak ruhlara ve bedenlere zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama bu üfleme, ruhları ve bedenleri ıslah için olursa haram olmaması vacip olur.
Bununla beraber Nesaî'de
Ebu Hüreyre'den şu hadis de rivayet edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır,  sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye
takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar, inanırsa veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa) ona havale edilir.
" Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı olmayacağı için o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve lütfundan mahrum olur.
Her şeyin bir devası (ilâcı) vardır." hadisi gereğince rûhî hastalıklara rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî sebeplerle tedavi meşrû olduğu gibi, karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden sakınılmalıdır. Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun ve gerek hastanın ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi bulunduğundan, ruhanî kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında gelir. Yoksa tıp ilmi adına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan zararlardan az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet ve menfaatten çok, sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla ücretler almak üzere alış veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile istemeyen doktor taslaklarının, şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği, üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de dahil afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız tıp ilminde deği, her meslek ve sanatta hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması gereken üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların böyle olması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla Allah yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep teşkil etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz nefeslerle Allah'a sığınarak, Allah'tan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi kabul etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta rivayet edilen bir hayli hadis ile istidlâl etmişlerdir ki, Razî bunlardan şunları kaydetmiştir:
1- Resulullah (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona okuyup üfledi de 
"Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da sana şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.
2- İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan ve hummadan korunmak için şu duayı öğretirdi: 
"Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın şerrinden ve cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a sığınırım."
3- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: 
Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi defa ,
"Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa versin." derse şifa bulur.
4- Resulullah (s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: 
"Gider o sıkıntıyı, insanların Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren, senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki dert bırakmaz."
5- Resulullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı: 
"İkinizi de Allah'ın tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden." derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve İshak'ı böyle sığındırırdı."
6- Osman b. Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki: 
Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, beni az daha öldürecekti. 
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun (ağrıyan yerin) üzerine koy ve yedi kere şöyle 
de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım." ben de yaptım,
Allah bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış, onun kendisine okutmuştur.
7- Peygamber (s.a.v.) sefere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi: 
"Ey yer! Benim Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım senin şerrinden ve sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve senin üzerinde debelenenin şerrinden, Allah'a sığınırım arslandan, kara yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin sâkinlerinin, doğuranın ve doğurduğunun şerrinden."
 Bunlarda üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları için başka delile ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma emirleri ve bu sûreler yeterlidir. Bununla beraber Resulullah'ın üflediği ve sıvazladığı da sâbittir.
8-  Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi.
Bundan başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki:
"Resulullah (s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona Muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da ben okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun mübarek elinin bereketi benim elimden çok büyük idi."
Bununla beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine
Sahîh-i Müslim'de:  Hz. Âişe demiştir ki: 
Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi: 
"İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz." 
Ne zaman ki Resulullah (s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti,
sonra
"Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl." dedi, ben baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
Bunlardan başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara okuyup dokunmasıyla derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar onun peygamberlik özelliğinden olan mûcizeler kabilinden olduğu için diğerleri hakkında delil olmaz. Bununla beraber yine Hz. Aişe 
"Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." demiştir ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben de faydalı olduğuna göre, tükürmenin de
bir yönü düşünülebilir. Bundan başka bir de gözden okuyup üfleme (rukye)ye izin verilmiş olduğu ve bu sebeple 
"Göz değmesi ve sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur." denildiği de zikredilmiştir.
Göz değme olayı bir nefsânî durum olması hasebiyle bunda da ruhanî bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.
_____________________________________________________________________________ 
Şimdi bütün bunlardan hasıl olan sonuç da şudur ki:
Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadisler gereğince Allah'ın
hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat ettiği takdirde tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. Amma şifa veren ilaçtır diye inanırsa değil.
Karşılığında bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa karşılığında bir zarar ihtimali bulunamayan bir fayda mülâhazası yalnız kuruntu değil, az çok delilden doğan bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel caiz görülür ve öyle bir tesellinin mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. Fakat insanların sihirbazlara, şeytanlara kapılması da en çok bu gibi şüpheli durumlar içinde meydana gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi gerekir.
Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan bilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında terk edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha
uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de dua olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
Şu halde bu açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir izindir. Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Müminin mümine gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibadetin, dindarlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının
nefesinden medet beklemek yine başkadır.
Allah Teâlâ duâyı emretmiş
  "Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) 
"Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık veririm." (Bakara, 2/186) 
"De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77)
Fakat şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış,
  "Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de." (Cin, 72/20)
Aynı şekilde Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Okuyup üfleyecek olan bunları bellesin, her zaman kendine cankurtaran edinsin. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her ihtiyacında temiz kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de hem dua, hem tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının bereketlerini de inkâr etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet (kabul etme) kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı halde; ona doğrudan doğruya dua ve ibadet ile
sığınma ve ilticayı bırakıp da, "Ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun nefesinden meded ummaya kalkışmak dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. İnsanlar bundan gafil olup kendisine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı için burada bu genişçe anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak edici Allah'tır."

KENDİMİZİ KEŞFETMEK

Her şey hemen gösterilseydi ardından görecek bir şey kalmazdı diyen Robert Bresson, aslında subjektif dünyamızın yansımalarına ilişkin belkide ipucunu veriyordu insanlığa. 
Hepimiz bir seyir içinde kendi iç dünyamızla ister istemez yüzleşiyoruz. Hatta dışımızda cerayan eden hadiselerle ilgilenirken bile kendi hakikatimizi tanıma ve çözme meyline girmiş oluyoruz. İşte bu noktada işleyen bu süreci kendimizi tanıma yolunda gösterilen çabalar olarak tanımlayabiliriz. Mesela elle tuttuğumuz gözle gördüğümüz her şeyi madde olarak tarif ederiz. Oysa rüyada da dokunur, koklar, işitir ve görürüz, uyandığımızda bunların hiçbirinin ortada olmadığını görürüz. İster istemez gerçek hayatla rüya âlemi arasında bir ince kıl payı kadar bile fark olmadığını anlarız. İlla ki bir farktan söz edeceksek başımızdan geçen tüm olayların birinde uyanık halde gerçekleşmesi diğerinde ise uyurken meydana gelmesidir. Öyle anlaşılıyor ki uyku ve uyanıklık modun da yaşananlar beynin içerisinde oluşmaktadır. Kendimizi keşfettikçe maddi dünyada olup biten her şeyin beynimizde olduğunu idrak etmiş oluruz. Aslında her şeyi beynimde görüyorum demekte kendimizi keşfetmeye yetmemektedir. Çünkü muhatap olduğumuz tüm objeler hayali, dolayısıyla beynin kendisi de hayali olması kuvvetle muhtemeldir. Belli ki olup bitene şahit olan beynimizde ki atomlar ve hücreler değil madde ötesinde bir varlık olsa gerektir. Bu varlıkta hiç kuşkusuz ruhtan başkası değildir. Nitekim beş duyu organımızla algıladığımız tüm objeler ruhi varlık penceresi sayesinde seyredilmektedir. Kendimizi keşfetmekse ruhi varlığı sezmekle ancak bu mümkün olacaktır. Bu yüzden maddeye kanmamak gerekir, zira madde denilen olgu sadece ruhun gördüğü algılardan ibaret âlemi halktır. Algılar yaratıldıkça ona paralel olarak ruh penceremizin ekranı da sürekli açık kalacaktır. Yaratılışın kesildiği noktada ise algılar elbette ki tükenecektir, yani zeval kaçınılmazdır. Baki olan sadece Allah’tır, O’nun dışındakiler ise adeta gölge yaratıklardır. O halde gerçek manada kendimizi keşfetmek Allah’ı keşfetmek demektir. 
Meseleleri çözmeye çalışırken karşımıza menfi veya müspet örneklerde çıkabilir. Nitekim her karşılaştığımız olayda anlama ve okuma çabamız artar. Olayları anladığımız yerde yeni bir örnekle karşı karşıya kalabiliriz de. Sürekli seyreden anlama çabası bize yeteneklerimizin yavaş yavaş ortaya çıkmasını sağlıyor nihayetinde. Olan biteni anladığımızda artık bir noktada meraklarımızın dozunun azaldığını hissederiz. Aslında anlamak diye birşey yok, anlamlandırılma var. Zira çocukluk süreci bu noktada meraklar zincirimizin bir serüveni. Merakımız sonucu birçok olayı yavaş yavaş çözüme kavuşturup olgunluk basamaklarına tırmanarak böylece anlam kazanırız. Hatta çocukluğumuz gizem ağı ile örülü, bir o kadarda safça meraklarla dolu dönemlerimizi kapsar. 
Kendi cevherini arayan insan, kabiliyetlerini keşfederken acaba hayatı da keşfedebiliyor mu? Meraklarımız yeteneklerimizi ortaya çıkarabiliyor muyuz? Merak ilmin yarısıdır boşuna söylenilmemiş belki de. Belli ki kendimizin keşfi ile ilgili bir söz. Kendi keşfimiz hayatın keşfi aynı zamanda. Kazandığımız yetenekler kendimizi anlamaya yönelik çabaların ürünü olsa gerektir. Karınca ve arı gibi hayvanlar kompleks sisteme sahip bir görünüm arz ederler. Yaptıkları mükemmel işler içgüdünün eseri olup, ürettikleri değerler nesilden nesile aktarılamayacak şekilde hep aynı kalır. Hatta bazı hayvanlar çok zeki ve çok ilginç şeyler ortaya koyabilmekteler, ama kazanılmış bilgiyi yeni kuşaklarına transfer etmekten aciz kalmaktadırlar. Dolayısıyla canlılar âleminde oluşturduğu medeniyeti ve bilgi birikimini aktarabilen tek örnek insana ait bir husustur. 
Biyolojik nizam incelendiğinde çevreden gelen bir mesajın vücut içerisinde ilgili merkezlerde analize tabii tutulduğunu, analiz işlemleri sonucunda gelen mesajlara rasgele cevaplar verilmediğini ve böylece bu nizam sayesinde canlılığımızın devamı sağlandığını müşahede ediyoruz. Hatta verilen cevapların amaca uygun bir şekilde gerçekleşip gerçekleşmediği bile kontrol edilip bedenimiz çeşitli yollar vasıtasıyla bu durumdan haberdar edilmektedir. Nasıl ki buzdolabının iç sıcaklığı -1 ile +1 arasında çeşitli kontrol mekanizmalarıyla dengede tutuluyorsa, biyolojik nizamımız da tıpkı buzdolabının işleyişine benzer bir ayar sistemiyle işletilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki biyolojik nizam sonsuz sayıda feed-back bağlantılarıyla kontrol edilerek denge sağlanmakta. Nitekim açlık durumunda vücut içerisinde birtakım mekanizmalar tarafından derhal kan şekerimizin düştüğü haberdar edilip yükselmesi için adrenal salgılanmasıyla birlikte kaslarda depo halde bulunan glikojenin serbest hale geçirilmesi cihetine gidilerek kandaki şekerin % 90–110 miligram arasında düzeyine çekilmesi gerçekleşir. Kan şeker seviyesinin düşmesin durumunda ise tam tersi bir işlem devreye girmesiyle birlikte bu seferde insülin salgısı sayesinde yine % 90–110 miligram seviyelerde tutulması adına kan şekerinin yükselmesi sağlanır. İşte insanda kan şekeri yükseldikçe düşüren, düştükçe yükselten biyolojik nizam dengesi bu olsa gerektir. 
Hayata ait duyarsızlığımız sağlıklı bir kişiliğe ulaşmamızı engelliyor. Oysaki eskilerin sıkça söylediği trene bir hayvanın gözü ile bakmak var, birde derinlemesine. İşte derinlemesine bakmak eşyanın tabiatına vakıf olmayı sağlıyor, diğeri değil tabiî ki. O halde seyri âlem eylediğimiz dünyamızı yeniden süzgeçten geçirmek gerekir. Nihayetinde hepimiz insanız, ama gerçeklerden kaçıp olayları derinliğine inmekten imtina etmek nereye kadar devam edebilir ki? Vurdumduymazlıkla bir yere ulaşacağımızı sanıyorsak büyük bir yanılgı içerisindeyiz demektir. Üstelik duyarsızlığımız yüzünden etrafımızda ki cerayan eden olayları izlemede kendimizi aldatmanın eşiğine gittiğimizin farkında bile değiliz. Zaten bir gün farkına vardığımızda kendimizle yüzleşeceğimiz muhakkak. 
Beşeriyetin içinde bulunduğu sancılardan biride hayatı yüzeysel gerçeklikle tanınmasıdır. Oysa gördüğümüz her şeyin bir iç dünyası var birde dış aynası. Bu noktada zahir (dış)-batın (iç) ilişkisi denen ikiliyi belki yerinden anlamlandırmak gerekliliği söz konusu. Tabiatıyla zahir-batın ikilemi içinde bulunmak çok kere çaba gerektirir. Sırf yüzeysel gerçeklerle oyalanmak bir bakıma kolaycılığa kaçmak gibi gözüküyor. Bu tutum insanın iç dünyasına inme ya da kendi keşfine müsaade etmeyen bir yaklaşımın bir yansıması. Şimdilik yüzeysel gerçeklerle hayatımızı idame ediyoruz sadece. İç âlemle yüzleşme sayıları azda olsa gönül sultanlarının gayretinde gözüküyor. 
Çoğulcu bakışlı bakmak gerekiyor hem objeye hem de subjeye. Biçimleri yeniden ele alarak dış dünyamızda ki verilerle iç dünyamızın subjektevitesini yansıtabilecek semboller üretmeli. O halde ömrümüz tükenmeden yeni anlamlara zahir ve batini manalar yüklemeliyiz. 
Anlamsızlığın girdabına düşmemek için tek yönlü çaba ve gayretlerden sıyrılmak gerekiyor. Hayatı okumada çok faktörlülük esastır nitekim. 
İnsan iyiden iyiye düşündüğü zaman hayatın gerçekliğini kavrayabiliyor. Çalışıyoruz, para kazanıyoruz, dost ediniyoruz, iyi veya kötü günlere şahit oluyoruz. Yaşadığımız hayatta bigane kaldığımız birçok olayların perde arkasındaki anlamı; geçirdiğimiz seyrin bir oyalama, bir boş dolduruş olmaktan ibare olduğudur. Sonra aklımızı başımıza alıp bir gün bütün bunların muhasebesini yaptığımızda mana’ya ulaşacağımız anbean gerçekleşebilirde. 
Kâinatı okuyamama ve sırf görüntülerle baş başa kalmak; manadan uzak yaşamak demektir. Kendi varlığımız, içimizde doğduğumuz âlem ve değerlerimize ilgisizlik kimlik bunalımını doğuruyor çünkü. Kimlik sahibi olmak için çatlatıcı bir gayret ve hak edici bir çaba gerekiyor. Sürekli sorulan sorularla cevapları bulabilir, hatta bir yerlere doğru gidilebilir ve gittiğimiz yerde anlam üretimine geçebiliriz de. Yeter ki tefekkürün hakkı verilebilsin. 
Kâinatta her şey bir sebebe bağlanmış, zahir ve batın denilen döngü tesadüfe yer verilmeyecek tarzda dizayn edilmiş. Yaratılan her şeyin birbiri ile ilişkisi var. Evrende meydana gelen varoluş birbirini tamamlıyor. Fotosentez olayında güneş, bitki, su, oksijen ve glukoz bir bütünlük arzediyor. Bunlardan birini cımbızla çekseniz fotosentez olayı gerçekleşmez. O halde kâinatta her şey birbirine muhtaç diyebiliriz. İnsan- hayvan- bitki iç içe geçmiş hepsinin bir diğeriyle ilişkisi mevcut. Bu yüzden bilge insanlar hayat yardımlaşmadır demiş. 
Eşyanın dilini anlamak için analitik çaba gerekiyor. Her şey, eşyayı nasıl okuduğumuza bağlı, ya da nasıl baktığımıza. Analitik bakmasını bilen görmesini de bilir. Hayatı okuma biçimimiz, ürettiklerimize de doğrudan doğruya yansıyor. Dünyamızda zengin bir malzeme var, fakat bu malzemeleri kullanacak beyinler hiç denecek kadar az. O halde hayatı okuyabilecek iradeyi oluşturmamız şart gibi. 
İnsan bir araştıra dursun sonun da kendisinde bir takım melekelerin kesbettiğine şahit olacak ve kendisini tanımaya başlayacaktır. İnsanda her şey var, fakat o kapıları açmak her yiğidin harcı değil, yani her insan açamıyor. Bu hal binlerce kişiden belki bir kişiye verilmiş. Etrafımızda olup bitenler bizlere birtakım işaretler veriyor ama alıcılarımız zayıf malesef. Bütün mesele bize gelen bu mesajları okuyup okuyamamakta düğümlü. 
Dış dünyamızdan iç dünyamıza giden yolda kaç gözümüz var sorusunu kendimize hiç sorduk mu acaba? Ehl-i tasavvuf erbabı dış gözün haricinde kalp gözü de var diyor. Kalp gözümüz var mı? Ya da kalp ehli ile bağımız var mı? 
Ferasetimiz var veya yok, hiç olmazsa gören gözleri gördüysek o zaman varız demektir. Derler ya veliyi görende veliden sayılır onun gibi bir şey. 
Temel konu insandır. İnsanın gözüken (zahir) yapısı madde ile ilintili olup gözükmeyen (batini) halleri ise göğsünde âlemi emirle bağlantılı letaiflerle ilişkili. Yüce Allah’ın biz kullarına ruh penceresinden izlettirdiği dış dünyaya ait görüntüler aslında burada kimsenin durucu kalmayacağını, aynı zamanda geçici bir hayal âlemi yaşadığımızı göstermek ve mutlak hakikatin ise Allah olduğunu teyit içindir. Allah Resulü bu anlamda; ‘Benim göğsüme Allah-ü Teala ne yükledi ise ondan Ebubekir’in göğsüne de aktarıldı’ beyanıyla insan denen varlığın büyük bir âlem olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Hal ehlinden uzak kalmamız ve kendimizi keşfetmemizi geciktiriyor. Yunus Tabduk ile keşfetti kendini, Mevlana’da Şems-i Tebrizle. Demek oluyor ki günü birlik yaşamakla zahir-batin ilişkisini idrak edemeyiz. Yunus bu yüzden alaylı bir üslupla yalan dünyanın anlık ritmine ‘Var birazda sen oyalan’ demiştir. Geçici dünyanın hayaline kaptırmış vaziyette debelenip duruyoruz aslında. 
İnsan olarak çaresizliğimizi gidermek için zahir (dış) ve batini (iç) yönümüzün uyumlu hale getirmeliyiz. Bunalımdan çıkış yolu iç ve dışta bütünlüğü yakalamaya bağlı. İşte bu noktada tasavvuf devreye giriyor. Tasavvuf İslamın ruhudur, yani iç gözüdür. Tasavvufun dünyaya, insana ve Allah’a bakışı hep bu gözledir. Habib-i Kibriya Efendimizin; ‘Müminin ferasetinden sakının’ beyanı iç gözle ilgilidir. Tasavvufi terbiye insana farklı boyut kazandırıyor çünkü. 
İmam-ı Gazali bile tasavvufa girdikten sonra bakış açısı değişiyor ve Allah’a ulaşmada bizatihi bir gönlün içine girmekle mümkün olacağını tasavvufla buluştuktan sonra anlayabilmiştir. 
Zikir (Allah’ı anmak) ve fikrin bir araya gelmesiyle ruhun kemalata eriştiğini tasavvuf terbiyesiyle idrak edebiliyoruz ancak. Bütün mürşid-i kâmiller (Allah dostları) tasavvufun bağ ve bahçelerinde yetişmişler. İslam coğrafyasının ab-ı hayat bulmasında gönül erenlerinin büyük rolü olduğu inkâr edilemez. Onların baharlar açan tebessümleri ile gönlün dirilişe geçmesine vesile oluyorlar. 
Velhasıl bir arifin; 
İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsen 
Bu nice okumaktır, dizeleri kendimizi keşfetmeye çağrıdır.(ALINTI)